27 Ağustos 2014 Çarşamba

Gitme Feride

gidiyor gülüşlerimiz, gidiyor çikolata kokusunda kış sıcakları. hayaller hayatla buluştuğunda gidiyor herkes. gidiyor kirazlı kolyeler, ben buradayım diye bağıran truvanın haşin rüzgarlarına yıllarca kapılarını açmış güneş kızılı saçlar. han kahvesine girdiğinde eğer o oradaysa bilirsin onu. anlarsın. barlar sokağındaki kitapçıları bir bir geçtikten sonra girmesen bile bakarsın o kapıdan han kahvesinin kapısından ve o eğer oradaysa illaki görürsün onu. zaman mekan farketmez. yeri gelir arkadaşlarınla otururken arar seni ben kapıdayım geldim der. elin ayagına dolanır bekletmeyim diye. çıkarsın onu almaya ve görürsün hemen. günlük renk skalasının dozajı fazla uyumu kararında güzeldir o. saçma sapan emprovize jazz şarkılarımın yegane ikinci sesiydi o. truvanın sularından ayrılıp constantinopolis sularında varolma yolunda şimdi. tüm bu renkler, tüm bu sesler gidiyor şimdi. heryere git ama bizden gitme feride.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

RETRO'DAN ÖLEN VAR



        Bir bavul ne kadar retro olabilir? Peki ya içinden çıkanlar?

     Eski eşyalara, objelere, aletlere kısacası eski olan her şeye ilgim vardı her zaman. Hala da devam etmekte. Toplarım, biriktiririm, korurum. Ortaya çıkıp, kullanıldığı dönemden daha iyi şartlarda yaşar benim yanımdayken. ( Sezercik ve zengin babası kıvamında bir durum )

      Benim ailem göçmen. Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç ettikten sonra çalışıp çabalayıp, kendi yaptıkları evde (bir önceki yazıda bahsettiğim ev ) yaşamaya başladıklarında eve bir bir girmeye başlayan eşyalar, günümüzde benim hazine gözüyle baktığım koleksiyonumun en nadide parçaları.

      Son katta yer alan daire ahşap örtülü ve tavan arası olan bir mekan. Çeşitli tadilatlar sebebiyle tavan arasının boşaltılması gerekti bir gün ve iyi ki gerekmiş... çıkan eşyaları gördükçe havalardaydım tabi. Bir adet üzerinde plak çalar yer alan eski radyo, şimdilerde retro ismi verebileceğimiz bavullar ve onlarca bir dönemin modası olan pembe dizi aşk romanları, fotoromanlar ve ansiklopediler.

       Bizim jenerasyon bilmez ama hepimizin annesi kesin bilir Barbara Cartland'ın aşk romanlarını. Eskiden tabi evlendirme programları ve türevleri olmadığından insanlar aşk diye ölüp evlere kapanıp bunları okumuş heralde.

       Ansiklopedilerde eminim birçoğumuzun evine girmiş olanlardan. Bilgilik adıyla hazırlanmış bir yığın genel kültür ansiklopedisi ve olmazsa olmaz Temel Britannica. Kim bilir kaç kupon birikti bu yavrular için.

       Teşhir amaçlı en şehvetli aşk romanlarından seçim yaptım. Arka kapak tanıtımları da bir o kadar eğlenceli yazının sonuna fotoğraflarıyla ekleyeceğim. İsteyenler sahaflarda bulabilir bunlardan bir kaç defa rastlamıştım. Daha fazla uzatmayalım. Bakalım neler çıkmış bavuldan.


                             Paula Hamilton, Önce Öp Sonra Anlat, Ceylan Yayınları, İstanbul, 1984                      

ÖNCE ÖP, SONRA ANLAT Kampanyası hilelerle doluydu. Lindee Bradley kazanmak için yola çıkmıştı. Texas senatörü olmak istiyordu. Fakat varmak istediği yere ulaşamayacaktı. Brooks Griffin, hırslı ve yakışıklı TV muhabiri en başta problem olmuştu. Ona toplum içinde meydan okudu. Kollarına atılana kadar peşini bırakmadı. Hatırladığı kadarıyla politika onun ihtirası olmuştu. Muhafazakar bir eyalette, genç ve güzel bir adaydı. Bu yarışın kirli oyunlarıyla dolu olduğunu biliyordu. Brooks kimi tutuyordu? Onu öpüp söyleyecek miydi? Kalbinin sesini dinleyecek miydi?




        Claudia Jameson, Dişi Balık Erkek Akrep, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1985

Cherry, kocasını üç yıl önce bir trafik kazasında kaybetmiş, o günden beri de annesiyle babasının yanında içine kapanık bir hayat sürdürmüştü. Oysa şimdi Londra'da, hareketli ve heyecan verici bir işte çalışma olanağı çıkmıştı karşısına. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Leon Silver, güçlü, yakışıklı, akrep burcunun tüm çekici ve etkileyici özelliklerini üstünde toplamıştı. Cherry ise balık burcunun inceliği ve duyarlılığıyla Leon Silver'dan etkilenmekte gecikmemişti. Oysa genç kızın yaptığı her harekette kusur bulan Leon Silver'ın peşini bırakmayan ve onunla evlenmek isteyen birisi daha vardı, Heidi Reynolds...


     


Lindsay Armstrong, İlk Kez Seninle, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1985

Otostop yaparak ve çalışarak Avustralya'yı dolaşan Anna, bindiği kamyonun şoförünün çirkin davranışlarından kurtulmak için kendini yola attığında az kalsın arkadan gelen araba onu eziyordu. Arabanın sürücüsü onu gideceği yere kadar götürmüş, ama yol boyunca da ona hafif bir kadın muamelesi yapmaktan geri kalmamıştı. Bir daha nasılsa karşılaşmayacaklarını düşünen genç kız bu durumu pek önemsememişti. Oysa yanılıyordu. Nitekim bir kaç gün sonra mürebbiyelik yapmak için başvurduğu evin sahibi Richard Gillespie'nin aynı kişi olduğunu görecek ve paniğe kapılacaktı. Ama küçük Chrissy'nin varlığı çok geçmeden aralarındaki bütün çelişkileri yumuşatmış, hatta Anna'nın kızına iyi bir anne olacağını gören Richard ona evlenme teklifi etmişti. Ama ne Chrissy'nin ne de yapacağı evliliğin değiştirebileceği bir gerçek vardı Anna'nın hayatında.

vulva motifli bez terlikler

mutemelen kardeşimle ben ilkokul veya ortaokula giderken kalabalık bir misafir grubunun geleceği haber alındıktan sonra hummalı bir çalışmanın başlamasıyla eski evimizin üst caddesinde kurulan çarşamba pazarına gittik hemen. Bir tezgahta ev terlikleri, sarı renkte genelde yaşlıların evinde olmazsa olmaz tuvalet terlikleri satan bir amca vardı. bu tezgahtan toptan terlik alışverişi yaptık. Erkekler için kadınlar için büyük ayaklılar, küçük ayaklılar herkes düşünülmüştü. kış aylarından birisiydi diye hatırlıyorum... soba yanmasına rağmen, herkesin kışlık çorabı olmasına rağmen kapıdan  girdiklerinde buyruuun diyerek önlerine atmak için var olan o zamanlarda bana büyük gelen ama şimdilerde ayağımın ucunu zorla soktuğum vulva motifli bez terlikler...

8 Ağustos 2014 Cuma


     Kaldığımız yerden başlamaktı aslında önemli olan. Hayallerinin peşinden koşanlara destek olmak. Okunan onca kitaplar öğretmiyordu insanlara yaşadıklarını. Vazgeçtim, bitirdim, istemiyorum dediğin anda geri geliyordu hayallerin. Süslü bir tepsi içinde geri çeviremeyeceğin şekilde bir sunumla hemde. Kavgan sandığın onca hırs dolu düşünce, baktığında ne kadar küçük aslında. Olanla mı ilgilenmeli, olmayana mı koşmalıydık? Hayat bunu bize öğretsin diye yoksa beklemeli miyiz? Var mıdır bir çözümü?
    Karanlıklarda aydınlık yaratma fantazisi dolu tüm sayfalar, defterler, kanallar, iletişim araçları, her yana saçılmış boya izleri. Umutlarımız mı aslında harcanan bunca emek? Sonucu olmayan ama her daim çalışılan.
     Boşalıyor aslında söyledikçe, yazdıkça her şey. Hayal ettikçe ortaya çıkıyor o içini dolduran buhran, baskı tarifsiz ama bitsin istenilen. Sayfalara ihtiyaç duyuyor hikayeler. Havada asılı fikirler; unutulanları hatırlamaya çalışmak yerine anında ayağa fırlayıp kayda tutma ihtiyacı. Hayatın kaçıp giden su damlasına benzer hızlı, yok olan duru o ''an''.
   İnsanlar; izlendikçe daha da saydamlaşıyor. Denedikçe anlaşılıyor. Göz göze geldiğin an durumun devamlılığı sona eriyor. Kaçırılan gözlerin ardında yatan tüm o yaşanmışlık tarihi el uzatıyor çünkü sana. Kurtar beni buradan senin ruhundaki var olmuş olanlara katılıp bir derya gibi sonsuz olmak istiyorum der adeta. Sen de duyamazsın. Çünkü aynı yerden çoktan kaçmış olursun. Bu yüzden kavuşamaz o gözler saniyeler yardımından fazla.
     Düşünüp bulamıyorum denilen şeyler dünyasının basitliği bir bulut gibi toplandı ve yağdı bu gece...
                                                ve insanlar ıslandı sadece.
                                                 
           

 OKURKEN DİNLEMELİK                                                                                 http://www.youtube.com/watch?v=8IHFVn0sv14