5 Mayıs 2015 Salı

I HAVE A NEW SHAMANIC IDEA

Son zamanlarda dolunayın etkileriyle ilgili insanlarda yeni bir inanç oluşmaya başladı ''dolunay var yine basıyolar beni'' gibi cümleleri sıkça çevremizde duymaya başladık. Bu konu hem komik hem merak uyandırıcı. Bende merakıma engel olamayıp araştırmaya başladım. Nedir bu dolunay etkisi? Acaba bende etkisindeyim de fark etmiyor muyum? diye.


Araştırmalarım şunu gösterdi: Çok ciddi bir konu!!! Bu yeni konu birçok bilim insanının da dikkatini çekmiş. Fakat görüş ayrılıkları elbette anında oluşmuş durumda. Bilim adamlarının görüşleri insanoğlunun ayak basıp yakından tanıdığı Ay'ın tesiri, araştırmalara göre dev okyanuslarda medcezire yol açan dolunayın insan vücudunda bulunun yüzdelik su oranına da etkisi olduğu yönünde.

Dolunay'ın kadınlara daha fazla tesir ettiği bir gerçek!!!

Bilim adamları şunları söylüyor:

''Vücuttaki sıvı dengesi bozuluyor, beyindeki düzenli işleyiş aksıyor ve kalp atışı hızlanıyor. Özellikle kalp ve şeker hastalıklarında tehlikeli sonuçlara yol açabilen ''DOLUNAY'' sinir sistemindeki hücrelerin işleyiş düzenini bozduğu için dengesizlikler meydana getiriyor. Bunda vücuttaki elektrik akımının iki misline çıkması da büyük rol oynuyor. Dolunay'ın kadınlara daha fazla tesir ettiği de bir gerçek.


DOLUNAY'DA YAŞANAN SUÇLAR, KAZALAR, İNTİHARLAR



1993 yılının Ağustos ayında yaşanan dolunay günlerinde Almanya'da adam öldürme, cinnet geçirme, intihar etme gibi olaylarda artışların olduğu tespit edilmiş. Psikologlar, dolunay zamanı insandaki bu ruhi değişimin tespit edilebildiğini söylemişler. Ayın bu günlerinde cinnetlerin arttığını belirten Fransız araştırmacı Rene Claude Guillot , işlenen cinayetleri araştırmış ve konuyla ilgili ''Dolunay Cinayetleri'' adıyla yayınladığı bir kitapta hali hazırda bulunmaktadır.

Dolunay'a Karşı Güneş...

Okudukça, internetin dibine vurdukça fark ettim ki olay çok eskilere dayanıyor. Bu bana ağlak, boynu bükük görünen ay baba görünen o ki her dönemde insanların kafasını karıştırmış. Amerika'da 1900'lü yılların başında New Orleans'ta yaşayan ve Şaman olduğuna inanılan Lun'a Miukow dolunayın etkileri üzerine çevresinde ona inananlara öğretilerde bulmuş ve yardım eli uzatmış. İsteyen kişileri evinde misafir edip dolunaydan önceki evrede günün 15:00 - 17:00 saatlerinde beyaz bir çarşafla bedeni örtüp taç çakradan güneş enerjisi yoluyla korunma sağlanabileceğini söylemiş ve uygulatmış. Hatta bu kişileri fotoğraflayarak belgelemiş. Sizler için arşiv kayıtlarından aldığım bu bilgilerin yanında fotoğrafları da ele geçirdim. İlginç bir teknik, denemeye değer mi bilemedim.

Günümüzde hala etkileri süren bu dolunay bizleri daha uzun yıllar yoracak gibi duruyor.











4 Mayıs 2015 Pazartesi

PİKNİK

Kıpırdamaya başladı tekrar doğa. Toprak açıldı tohum patladı ve yeni şölenler, şenlikler yapılmaya su kenarına yer sofraları kurulmaya başladı. Tabiat ana nefes almaya başladı. Tazelenmek için yaptığımız kaçışlardan birindeydik yine geçtiğimiz günlerde arkadaşlarımla. Piknik yapmak için koyulduk yola. Ama ismine fazla kaptırmışız kendimizi piknik yapmaya gidiyoruz diye evlerden çıkıp dımdızlak buluştuk markette. Ne bir çatal, kaşık, bıçak... öylece gelmişiz hepimiz. Sabah en başta bölünme yaşadık en son Ayşe arayıp alışveriş yapmaya başlayın dediğinde biz kahve içiyorduk mesela. O kadar kopmuşuz ki olaydan alınacak her şeyin başına on kişi birlikte gidip alınacaklara bakıyorduk. Araba bendeydi tabi yine. Arabaya giren ilk şey bir çift Converse ayakkabı oldu. Nazmi çok beğendi çünkü. O gün mangal yapılacağı için ''etin ne kadar alınması gerekiyor'' sorunsalı uzunca bir süre hepimiz meşgul ettikten sonra biraların ısınmaması için Özgürle balıkçı abiden buz almaya gittik. O sırada Feridun aradı ve bomba soruyu sordu: - Kimde mangal var? Mükemmel bir andı nereye ne yapmaya gittiğimizi sorguladık o an bir kez daha. Feridun yine hayat kurtarmıştı ve mangalı bulmuştu. Asıl şampiyon geriden gelen Kim Milyoner Olmak İster yarışması adayı Büşra. Aklımıza sonradan gelenler bir yana dursun gelemeyecek olanları bile getirmişti yanında.


-Bu nedir? Avakado... Dolmalık kabakmış....


Çılgın alışverişimize devam ederken süpermarketin manav bölümündeki ilginç şekilde olan sebze ve meyveleri nedir ne değildir diye incelerken 'bişey' gördüm. Yanımda domates doldurmakta olan Gizeme -Bu nedir? dedim. Avakado dedi. Hemen bir göz taramasıyla anladım ki dolmalık kabakmış. Orada yaşadığımız kahkaha dolu anları uzatan olay ise Gizemin - aman ne bileyim avakadoyu da bilmiyorum ki... demesiydi.

Alışverişi tamamladıktan sonra yollara koyulduk. Şarkılar çaldık, güldük eğlendik biz gittik Nazmi'ler arkadan bizi takip ettiler. Ekmek almayı sona bırakmıştık çünkü yol üzerindeki varlığına inanılan bir taş fırın vardı ve oradan alınacaktı. ASLA OLMADI. Çok güzel yollardan geçtikten sonra puslu bir cennete geldik. Göl kenarında ağaçlarla çevrili mükemmel bir alan. Bursa'nın Nilüfer ilçesine bağlı Dağyenice köyü. Herkesin gitmesi görmesi gereken bir yer. Gerçi bu yaz Neon feste gelecek olan herkes görecek. Heyecanla beklediğimiz bir festivaldir kendisi. 

İş bölümü kendiliğinden yapılmıştı. Özgürle bana bira içip fotoğraf çekmek düşmüştü. Feridun ateş yakmada ki müthiş maharetlerini gösterirken kızlarda şarkılar söyleyip, salatalar hazırlıyorlardı. Biz ise onların yanından baya uzaklaşmıştık. 


Kendimi baya burada unutturup yaşamak istedim. Derin bir sessizlik ve huzur vardı. Sadece susup dinlemeye başladığında aslında onun ta kendisi; senin onun, onun da senin parçan olduğunu anladığın tam da o an. İnsanlar bunaldığında, bıktığında, tükendiğinde kendilerini şarj etmeye doğayla buluşmaya, onunla randevulaşmaya işte bu yüzden ihtiyaç duymakta. Kendini tamamlama, bitmeye yakınlaşan bataryayı doldurmaya ihtiyacı olduğu için. O zaman gelsin o şarkı...



Hatta o amca da gelsin öyle devam edelim...


Hayat sana güzel ha.. goygoyları kadar saçmalık yok. Hayat herkese güzeldir. Keyfini çıkarmayı bilene, yaşamasını bilene her zaman hayat güzeldir. Yolda sinek istilasından kurtulduktan sonra gördük bu amcayı. Ağaçların arasından göründüğü an -aaa oha ne güzel lan!! dedik hemen. Ne yaşadığı, ne yaptığı, ne gibi dertleri olduğunu bilmiyorduk hala da bilmiyoruz. Fakat orada o an mutluydu.



Ne alaka diyebilirsiniz. Bende öyle dedim. Ne alaka. Bu kadar huzurdan, yeşilden, börtü böcekten sonra bu çok alakasızdı. Ama vardı oradaydı. Çok güzel bir yolun solunda yer alan elektrik direğinde asılıydı. Tırmanmaya çalışan hayvanlar içindi herhalde.



Geri döndüğümüzde mangalımız yanmış, etlerimiz pişmiş, müzik sona getirilmiş çiftetelli oynanıyordu. Tabii ki hemen koşup oynamaya başladık. Yemeğe geçtiğimizde kimseden çıt çıkmamıştı. Herkes yeni çıkan etlerden yemeye ve turşuya uzanmaya çalışıyordu o kadar.







En önemli noktaya gelelim peki biz bunları nasıl yaptık? neden yaptık? nasıl birlikte yaptık? Hepimizin aynı anda gündüz vakti keyfi eylemlerde bulunmamız pek mümkün olmuyor normalde. O gün 1 Mayıs olduğundan tatildi ve biz kendimizi fazlasıyla ödüllendirmiştik.

Eğer sizde kendinizi ödüllendirmek veya doğa yürüyüşü yapmak doğa ile buluşmak isterseniz şiddetle burayı tavsiye ediyorum.


Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki.
Friedrich Nietzsche

24 Mart 2015 Salı

Sibel Tüzün'ün Bağlamaz Beni Klibinde Ağaca Bağlanması Gibi Geçiyor Günlerim

6 yıl yalnız yaşam ve üniversite hayatından sonra aile evine dönmenin buhranlı dönemindeyim. Üniversiteden ilk mezun olduğumda da depresif bir dönem atlatmıştım herkes gibi. Onu da atlatmak için yüksek lisansa başladım zaten. Aile evi kavramını atlatmak içinde ananemin yanına mı taşınmalıyım bilemedim.
Bugün sanki işim varmış gibi yine erkenden kalktım. Her güne uyanışım farklı oluyor. Geçen sabah kanıra kanıra gülerek uyandım krize girmiştim. Az daha uyanmasaydım gülmekten ölecektim! hemde uyurken saçma sapan. Bu sabahta ağlamaklı gözlerim dolu dolu uyandım. Hatta o kadar dolmuş ki bi açamadım zorlandım. Açtığım gibi de iki yanımda şelaleler akmaktaydı. Geçecek elbet diyerek tedavi ediyorum kendimi. Aynaya baktığımda yine saçma bir surat. Sakallarım halk oyunu ekibi gibi ayrı figürlerde dans ederken bıyıklarım da sahne perdesi gibi dudaklarımın iki yanında boğumlanmış vaziyette. Ardından annemle yaptığımız sessiz kahvaltı ve yollar.
Bi yandan da eğleniyorum.
Her sabah kendime heyecan yaratıyorum. Dolmuşu bi önceki duraktan kalkana kadar bekleyip bizim durağa gelen kadar 2.75 lirayı cüzdanımdan çıkarıp, bozuk para bölümünün çıt çıtını kesin kapandığına emin olduktan ve cüzdanı kesin kapattıktan sonra cebime koyup fermuarı kapatma yarışı yapıyorum kendimle. Çok heyecanlı oluyor. Bazen o kadar yaklaşıyo ki dursun diye elimi kaldırınca görmez diye cebimi kapatmadığım da oluyor.
Her defasında dolmuşun kapısı bilinmezliğe açılan bir sır kapısı. O kadar yavaş ki acaba yer var mı oturabilecek miyim yaşlı oranı arka koltuklara ulaşmış mıdır? gibi sorular hakkında uzunca düşünebiliyorum. İlk aralıktan şoförün yanındaki koltuktan ayakta durabilmek için destek alan bir kişinin eliyle karşılaştığım an yıkılıyorum zaten. Hazır daha açılmadı  kapı duraktaki koltuğuma geri mi dönsem dediğimde oluyor. Hele ilk koltuktaki oturanlar!! Onay komitesi sanki. Eğilip ayağına kadar bakmazsa görene kadar inmeyecekmiş gibi kafalar düşüyor öne.
Metroya hiç girmeyelim. Elimden gelse yakarım hepsini. Bursaya ilk geldiğinde milletin ne diyeceğini bilemediği vagonlar. Çok komikti ama o zamanlar. Herkes için yeni olduğundan ahır kokusuna razı. Telefon çaldığında nerdesin dendiğinde neler denmedi ki.. Metro , tramvay, tren, RAYLI SİSTEM. :D:D:D:D En çok ona gülüyodum. - Nerdesin. -Raylı sistemdeyim geliyorum. Şuanda da renginin hangi ton yeşil olması gerektiğine karar verilememiş gibi bi eski yeşil bi yeni gelen vagonların yeşilinde kolaj şekilde dolanmakta.
İş başvurusu için oradan oraya atalandıktan sonra şükür cv mi verebildim bugün. Günlerdir vermem gereken yeri bulamadığım için bunu kendime iş edindim ve onu aradım. Buldum ve verdim. Ardından standart starbucksta kahve içip eve döndüm.

Bu kadar.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Pink Floyd'un Yolundakiler ve Youtube Sömürüsü

          Bugün yine bir şey öğrendim. Arkadaşım Rüya ile birbirimize şarkılar gönderir dururuz. Hadi dinle bunu.. bak bu benden sana gelsin diye. Bugün bana Gaye Su Akyol'un Pink Floyd'un Dediği Gibi şarkısını gönderdi. O an dışarıda yine laklaktaydım. Gezip tozup o ordaymış onun yanına da gideyim dur biraz burada da gezeyim derken olan tüm enerjimi bitirip eve geldim ve huzurlu ev hayatım bugünlük yine başladı.

          Hemen şarkıyı açtım ve dinlemeye başladım. Yine bizlik bir şarkı dedim kendi kendime. Çok dinleyeni çıkmaz, ama bizim sakız gibi uzatabileceğimiz, kusana kadar dinleyebileceğimiz türden. Alaturka tarzı oldum olası severim. Aralara uzay, gezegen sonsuz kafaları da girince beni hemen bağladı şarkı
          Gaye Su Akyol gezegeninden Youtube gezegenine çoktan girmiştim bile. Kara delik gibi aldıkça alıyor haliyle girdikçe giriyorsun. Sağdaki çıkan videolardan geldiğim en son yer ve beni şuanda en mutlu eden şey Ibrahim Maalouf ile karşılaşmam oldu. Trompet sesini Yasemin Mori şarkılarıyla sevmeye başladım. Direk üretim merkeziyle karşılaşınca tabi coştum. Bir insan bu kadar güzel çalabilir. Belki dinlemek için tanımak için geç kalmış olabilirim. Dert olacak bir durum olarak da görmedim aslında.
         Hemen yardırmaca başladı tabi. Kimdir bu Ibrahim Maalouf sorularıyla bizim motoru zorladım yine. Anladığım kadarıyla baba bir aileden geliyor. Lübnanlı bir trompet sanatçısı. Babası da harbi babaymış trompette 4. pistonu icat edip oğluna vermiş harikalar yaratsın diye. Müzisyen bir aileden gelmenin getirisi doğduğu toprakların onun müziğini beslemesi şuanda bu yazıyı yazmama sebep oldu örneğin. Özellikle 2011 yılında çıkan albümü Diagnostic'te yer alan Beirut isimli şarkısı.
       Geldiğim yere geri döndüğüm noktaydı burası. Güzel bir kısır döngüydü. Maalouf bu şarkıyı 18 yaşında kulağında Pink Floyd şarkıları dinleyerek Beirut'ta yürürken savaş sonrasında yıkılan binaları izleyerek bundan duyduğu üzüntü ile bu şarkıyı bestelemiş. Gerçekten de şarkının içerisinde savaşın izlerine rastlayabiliyoruz.  



          Bunun yanı sıra 2013 yılında çıkardığı Illusions albümü de çok başarılı olmuş. Tüm bu şarkıları dinlerken neden bu kadar geç kaldım diye kendime kızarken herifin yeteneğini de kıskanıp karmaşalar içinde kalıyorum. Kendinize bir güzellik yapın ve bu herifi dinleyin.






27 Ağustos 2014 Çarşamba

Gitme Feride

gidiyor gülüşlerimiz, gidiyor çikolata kokusunda kış sıcakları. hayaller hayatla buluştuğunda gidiyor herkes. gidiyor kirazlı kolyeler, ben buradayım diye bağıran truvanın haşin rüzgarlarına yıllarca kapılarını açmış güneş kızılı saçlar. han kahvesine girdiğinde eğer o oradaysa bilirsin onu. anlarsın. barlar sokağındaki kitapçıları bir bir geçtikten sonra girmesen bile bakarsın o kapıdan han kahvesinin kapısından ve o eğer oradaysa illaki görürsün onu. zaman mekan farketmez. yeri gelir arkadaşlarınla otururken arar seni ben kapıdayım geldim der. elin ayagına dolanır bekletmeyim diye. çıkarsın onu almaya ve görürsün hemen. günlük renk skalasının dozajı fazla uyumu kararında güzeldir o. saçma sapan emprovize jazz şarkılarımın yegane ikinci sesiydi o. truvanın sularından ayrılıp constantinopolis sularında varolma yolunda şimdi. tüm bu renkler, tüm bu sesler gidiyor şimdi. heryere git ama bizden gitme feride.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

RETRO'DAN ÖLEN VAR



        Bir bavul ne kadar retro olabilir? Peki ya içinden çıkanlar?

     Eski eşyalara, objelere, aletlere kısacası eski olan her şeye ilgim vardı her zaman. Hala da devam etmekte. Toplarım, biriktiririm, korurum. Ortaya çıkıp, kullanıldığı dönemden daha iyi şartlarda yaşar benim yanımdayken. ( Sezercik ve zengin babası kıvamında bir durum )

      Benim ailem göçmen. Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç ettikten sonra çalışıp çabalayıp, kendi yaptıkları evde (bir önceki yazıda bahsettiğim ev ) yaşamaya başladıklarında eve bir bir girmeye başlayan eşyalar, günümüzde benim hazine gözüyle baktığım koleksiyonumun en nadide parçaları.

      Son katta yer alan daire ahşap örtülü ve tavan arası olan bir mekan. Çeşitli tadilatlar sebebiyle tavan arasının boşaltılması gerekti bir gün ve iyi ki gerekmiş... çıkan eşyaları gördükçe havalardaydım tabi. Bir adet üzerinde plak çalar yer alan eski radyo, şimdilerde retro ismi verebileceğimiz bavullar ve onlarca bir dönemin modası olan pembe dizi aşk romanları, fotoromanlar ve ansiklopediler.

       Bizim jenerasyon bilmez ama hepimizin annesi kesin bilir Barbara Cartland'ın aşk romanlarını. Eskiden tabi evlendirme programları ve türevleri olmadığından insanlar aşk diye ölüp evlere kapanıp bunları okumuş heralde.

       Ansiklopedilerde eminim birçoğumuzun evine girmiş olanlardan. Bilgilik adıyla hazırlanmış bir yığın genel kültür ansiklopedisi ve olmazsa olmaz Temel Britannica. Kim bilir kaç kupon birikti bu yavrular için.

       Teşhir amaçlı en şehvetli aşk romanlarından seçim yaptım. Arka kapak tanıtımları da bir o kadar eğlenceli yazının sonuna fotoğraflarıyla ekleyeceğim. İsteyenler sahaflarda bulabilir bunlardan bir kaç defa rastlamıştım. Daha fazla uzatmayalım. Bakalım neler çıkmış bavuldan.


                             Paula Hamilton, Önce Öp Sonra Anlat, Ceylan Yayınları, İstanbul, 1984                      

ÖNCE ÖP, SONRA ANLAT Kampanyası hilelerle doluydu. Lindee Bradley kazanmak için yola çıkmıştı. Texas senatörü olmak istiyordu. Fakat varmak istediği yere ulaşamayacaktı. Brooks Griffin, hırslı ve yakışıklı TV muhabiri en başta problem olmuştu. Ona toplum içinde meydan okudu. Kollarına atılana kadar peşini bırakmadı. Hatırladığı kadarıyla politika onun ihtirası olmuştu. Muhafazakar bir eyalette, genç ve güzel bir adaydı. Bu yarışın kirli oyunlarıyla dolu olduğunu biliyordu. Brooks kimi tutuyordu? Onu öpüp söyleyecek miydi? Kalbinin sesini dinleyecek miydi?




        Claudia Jameson, Dişi Balık Erkek Akrep, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1985

Cherry, kocasını üç yıl önce bir trafik kazasında kaybetmiş, o günden beri de annesiyle babasının yanında içine kapanık bir hayat sürdürmüştü. Oysa şimdi Londra'da, hareketli ve heyecan verici bir işte çalışma olanağı çıkmıştı karşısına. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Leon Silver, güçlü, yakışıklı, akrep burcunun tüm çekici ve etkileyici özelliklerini üstünde toplamıştı. Cherry ise balık burcunun inceliği ve duyarlılığıyla Leon Silver'dan etkilenmekte gecikmemişti. Oysa genç kızın yaptığı her harekette kusur bulan Leon Silver'ın peşini bırakmayan ve onunla evlenmek isteyen birisi daha vardı, Heidi Reynolds...


     


Lindsay Armstrong, İlk Kez Seninle, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1985

Otostop yaparak ve çalışarak Avustralya'yı dolaşan Anna, bindiği kamyonun şoförünün çirkin davranışlarından kurtulmak için kendini yola attığında az kalsın arkadan gelen araba onu eziyordu. Arabanın sürücüsü onu gideceği yere kadar götürmüş, ama yol boyunca da ona hafif bir kadın muamelesi yapmaktan geri kalmamıştı. Bir daha nasılsa karşılaşmayacaklarını düşünen genç kız bu durumu pek önemsememişti. Oysa yanılıyordu. Nitekim bir kaç gün sonra mürebbiyelik yapmak için başvurduğu evin sahibi Richard Gillespie'nin aynı kişi olduğunu görecek ve paniğe kapılacaktı. Ama küçük Chrissy'nin varlığı çok geçmeden aralarındaki bütün çelişkileri yumuşatmış, hatta Anna'nın kızına iyi bir anne olacağını gören Richard ona evlenme teklifi etmişti. Ama ne Chrissy'nin ne de yapacağı evliliğin değiştirebileceği bir gerçek vardı Anna'nın hayatında.

vulva motifli bez terlikler

mutemelen kardeşimle ben ilkokul veya ortaokula giderken kalabalık bir misafir grubunun geleceği haber alındıktan sonra hummalı bir çalışmanın başlamasıyla eski evimizin üst caddesinde kurulan çarşamba pazarına gittik hemen. Bir tezgahta ev terlikleri, sarı renkte genelde yaşlıların evinde olmazsa olmaz tuvalet terlikleri satan bir amca vardı. bu tezgahtan toptan terlik alışverişi yaptık. Erkekler için kadınlar için büyük ayaklılar, küçük ayaklılar herkes düşünülmüştü. kış aylarından birisiydi diye hatırlıyorum... soba yanmasına rağmen, herkesin kışlık çorabı olmasına rağmen kapıdan  girdiklerinde buyruuun diyerek önlerine atmak için var olan o zamanlarda bana büyük gelen ama şimdilerde ayağımın ucunu zorla soktuğum vulva motifli bez terlikler...